Günümüzden 100 yıl önce, günlük gazetelerin en çok ilgi çeken bölümleri tefrikaların bulduğu sayfalardı. Aşk-cinayet romanları, sanatkarlarla yapılan söyleşiler, yerli-yabancı komutanların savaş hatıraları, gerçek polisiye vakaları her gün birer bölüm verilir; “mabadı var”, “arkası yarın”, “devamı yarın” notuyla okur meraklandırılırdı.
Tozlu gazete sayfaları arasında kaybolmuş bir tefrika dikkatimizi çekti. 1933 yılının Akşam gazetesinde (o dönem sahibi sosyolog, gazeteci ve milletvekili Necmettin Sadak idi) “Eski İstanbul polisleri anlatıyor” başlıklı bir tefrika yayınlanıyor.
Ve birinci sayfadan şöyle anonslanıyor:
“Arsen Lüpen kadar meraklı… Eski zabıta memurlarının hatıraları… İstanbul zabıtasının muhtelif şubelerinde senelerce çalışmış bazı eski memurlar vardır. Her birinin zabıtadaki hizmeti 30, 40 seneyi bulan bu memurlar birçok heyecanlı vakalara karışmışlar ve gösterdikleri muvaffakiyetlerle şöhret kazanmışlardır. Bu eski ve kıymetli memurlarımızla görüştük, bize uzun seneler süren memuriyetleri esnasında geçen en meraklı, en korkunç vakaları anlattılar. Bu vakalar, Şerlok Holmes, Nik Karter, Nik Vinter, Nat Pinkerton gibi hayali polis hafiyelerinin maceralarından çok daha meraklıdır. Bunları birkaç güne kadar neşretmeğe başlayacağız. Bu hakiki vakaların karilerimiz tarafından merakla okunacağına eminiz.”
Muhabir imzasının yer almadığı, büyük ilgi gören bu tefrikaya o dönemin dilini bozmadan aşağıda yer verdik.
“İbrahim Bey, İstanbul zabıtasının en kıdemli memurlarından biridir kıdem cihetinden İbrahim Bey’den daha eski ya bir memur vardır ya da iki memur…
Bu değerli memuru evinde, bu mevsimde bile gül ağaçlarıyla dolu bahçesinde ziyaret ettim.
İbrahim Bey, “35 sene, dile kolay, başımdan geçen vakaları birer birer saydım, hikâye değil tefrika olur beyefendi” dedi ve anlatmaya başladı:
Hiç unutmam Aksaray’da Davutpaşa Karakolu’ndaydım. Sabaha karşı karakolun merdivenlerinde telaşlı bir ayak sesi… Gözleri fal taşı kadar açılmış bir adam odanın kapısını tekmeyle açtı. Selam vermeye mukaddemeye lüzum görmeden “Aman koşun. Camiyi cadılar bastı. Müezzin bayıldı. Cadı etrafta dolaşıyor. Herkes korkusundan bir tarafa kaçtı” dedi.
Cadı peri gibi şeylere hiç inanmam fakat işin içinde bir polis meselesi olduğunu derhal kavradım. Tabancamı yokladım, kurşunlarıma baktım. Her şey tamam. Yanıma iki memur daha aldım. Bize cadıyı ihbar eden adama “Düş önüme” dedim. Vaka mahalline geldik.
Cadı, Davutpaşa İskelesi yanında, sahilde, biraz ilerideki caminin önünde çıkmış. Bütün civar evler, camiye sabah namazı için gelen cemaat, caminin karşısındaki kahveden herkes cadıyı görmüş. Bilhassa kahveci, cadıyla burun buruna gelmiş. “Cadı var ümmet-i Muhammed” diye bağırdıktan sonra düşüp bayılmış. Cadı çırılçıplakmış. Evvela kahveciyi sorguya çektik. Kahveci müthiş bir korku içinde gördüklerini anlattı.
– Her sabah cami müezzinini sabah ezanına ben kaldırırdım. Çünkü gece hiç uyumam. Bu sabah da kalktım, ezan vaktiydi. Müezzin efendi camide yatar, camiye doğru ilerliyordum. Önümden hızla bembeyaz bir şey geçti. Biraz ileride durdu, çırılçıplaktı. Alacakaranlıkta gözleri pırıl pırıl yanıyordu. “İn misin, cin misin?” diye sordum. Gülerek kaçtı. Adeta oynuyordu, etrafımda dönmeye başlayınca “Cadı var” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Birdenbire ortadan kayboldu. Gürültüden mahalleli, müezzin efendi uyandılar. Sonra cadı, müezzin efendinin gözüne göründü. Meğer müezzin efendinin abdest aldığı şadırvanın havuzuna girmiş.
Sonra müezzin efendiyi isticvap ettik. O da şunları anlattı:
– Kahvecinin bağırışıyla uyandık. Cadı çıktığını işitince epey korktum ama ezan zamanı da geçiyordu. Abdest almak lazımdı. Şadırvana yaklaştım, abdest alıyordum. Bir de ne göreyim. Şadırvanın havuzunun içinde sular arasında gözleri dönmüş bir baş. Bana dik dik bakmıyor mu? Üstünde çömeldiğim abdest taşının üzerinde kalakaldım, bitmiştim. Yerimden doğrulamıyordum. Cadı beni görür görmez başını tekrar suyun içine soktu. Kelime-i şehadet getirdim. Bir müddet sonra tekrar baş sudan çıktı. Gözler büsbütün dışarı uğramış, ağzıyla bana su atıyordu. Avazım çıktığı kadar bağırdım Bu esnada havuzdaki baş bir iki kere daha suya girdi çıktı. Yüzüme su püskürttü. Bütün mahalleli etrafıma toplanmıştı, bayıldım. Ayılınca mahallenin tulumbacılarını çağırttık. Şadırvanın suyunu boşalttık fakat havuzda hiçbir canlı mahlûk yoktu. Bu sırada sesler yükseldi, “İşte cadı” diyorlardı. Hakikaten garip çıplak bir mahlûk şadırvan arkasından koşuyordu. Kimi silah attı, kimi evlere “Fener getirin” diye bağırdı. Kimi de yerden kaptığı taşları savurdu. Fakat netice itibarıyla cadı yine kayboldu. Müezzin efendi susmuştu. Tahkikattan artık yorulmuştuk. Bizimle beraber vaka mahalline gelen jandarmalardan ikisi karşıki mola taşının üzerine oturmuşlardı. Birdenbire jandarmanın biri “Ulan ayağım yumuşak bir şeye rastladı. Sakın cadı burada olmasın” demeye kalmadı, gözümle gördüm. Mola taşının altından anadan doğma çıplak birisi fırladı. Bunu görür görmez jandarmanın biri bayılıp sağ tarafa öteki de bayılıp sol tarafa düştü Mahalle karıştı, herkes silah atmaya başladı. Fakat cadı müthiş bir süratle kaçarak yine kayboldu. Bu cadı madı değil çıplak bir erkekti. Saatler geçmişti. Herkes cadıdan bahsediyordu, dikkat ettim yalnız birisi hiç konuşmuyor, yalnız ara sıra gülümsüyordu. Yüzüne bakınca başımın içinde bir şimşek çaktı.
Kendisini bir kenara çektim, başladım sıkıştırmaya. Yalvardı, “Aman etme, beni mahvederler” dedi. Meseleyi kimseye söylemeyeceğime dair söz verince anlatmaya başladı:
– Ben zerzevatçıyım. Sabahleyin Davutpaşa’dan geliyordum. Sıcaktı, denize girip bir de abdest alayım dedim. Atımın üstünden indim, soyundum. Fakat burada hırsız çocuklar vardır, elbiselerimi çalarlar diye bırakmadım. Atımın sırtındaki zerzevat küfelerinin içine koydum, denize girdim. Fakat ben yüzmeye başlayınca sularını şakırtısından at ürktü. Alabildiğine kaçtı. Tamamıyla çıplaktım. Şöyle bir çıktım, kahve ile cami arasından geçmem lazım. Başka yol yok. Meğer bu esnada kahveci beni görmüş. Bağırdı, susması için işaretler ettim. Büsbütün şaşırdı, bağırıp bayıldı. Artık herkes beni cadı zannediyordu. Ele geçsem halk beni paralayacaktı. Onlara meramımı anlatıncaya kadar işim biterdi. Hemen kimse görmeden şadırvana girdim. Fakat suyun içinde çok duramıyordum. Sudan başımı çıkarınca abdest alan müezzinle göz göze geliyordum. Müezzin de bayılınca oradan çıktım, mola taşının altına girdim. Bu sefer jandarmalar taşın üzerine oturdular. Kaçarken silahlardan birini kaptım, kapmasam beni bu silahla öldürürlerdi. Silah evdedir, size vereyim.
İşte Aksaray’ın meşhur cadı hikâyesi budur. Her ne hikmetse bunu gazeteler yazmadılar. ” (Aksaray’daki meşhur cadıyı nasıl yakaladık?, Akşam, 1 Aralık 1933)
Haftaya: Gecenin karanlığında üç pala ışıl ışıl parladı
Kaynak: sozcu.com.tr